3 Aralık 2016 Cumartesi

Bizim Farkındalığımız: Hayallerimiz




Bizim Farkındalığımız: Hayallerimiz
Hayallerimiz olmasaydı, bize başka keyif veren ne olabilirdi ki bu hayatta? Her gece, başımızı yastığa koyduğumuzda düşüncelerimizi ne süsleyebilirdi kurduğumuz hayallerimizden başka? Ya da yeni güne başlamak için sebebimiz ne olabilirdi düşlerini kurduğumuz hedeflerimizden başka? Bana sorarsanız hayatı tatlandıran en güzel şeydir bir hedef uğruna yol almak. Bu yolda karşımıza çıkan fırsatları değerlendirmeyi bilmek ve merdivenin son basamağına ulaşmak için ilk basamaklardan geçmeyi kabul etmek gerekiyor her şeyden önce. Sonrası zaten su gibi akıp geçiyor hayatımızda.
Hadi biraz konuyu derinleştirelim ve hayatın bize sunduğu fırsatların bize ne gibi artıları ve eksileri olabilir onu inceleyelim. Hayatın bize bir garezi yok önce bunu kabul edelim. Her daim bize yeni bir yol açma uğruna karşımıza fırsatlar sunuyor. Bizim yapmamız gereken ise o fırsatları görüp, değerlendirmek. Ama aslında bu kadar basit görünen bu yol her zaman düzlüklerden oluşmuyor ne yazık ki. Karşımıza fırsatlar sunan hayat, gideceğimiz bu yolda bize bazı dönemeçler de ekliyor. Bu duruma geçtiğimiz hafta sonu, arkadaşımla izlediğim filmdeki başrolün hayatını örnek vermek istiyorum. Film New York’ta yaşayan ve henüz gazetecilikten yeni mezun olan genç başrolümüz Andrea’nın başarılı bir yazar olmak uğruna hiç hayallerinde olmayan bir işe girmesiyle başlıyor. Aslında başarılı bir yazar olmak isteyen Andrea, yoluna tesadüfen gördüğü ilan vesilesi ile bir dergide stajyer olarak çalışmakla başlıyor. Bu yolda onun virajı, yani sınavı ise çalışma ortamı ve patronu oluyor ki Andrea gitgide kişiliğinden ödün vermeye başladığının farkına varıyor. Kendinden ne denli feragat ettiğini anlaması onun için bir bitiş noktası yaratıyor bir bakıma. Ve yazar olma hayalinden vazgeçmeden sadece ona giden yolunu değiştiriyor Andrea. Peki ya hiç farkında olmasaydı? Kendinden ödün vermeye devam edip bambaşka bir kişiliğe dönüşseydi? Acaba o büründüğü karakter de aynı hayali isteyecek miydi ileride?
Ama gelgelelim bu kadar zorluğun bize olan artısı da farkındalığımız ve ondan çıkardığımız derslerle kişiliğimizi geliştirmemiz oluyor. Mesela çok yakın bir örnek olarak kendi hayatımdan bahsedeyim size. Bilkent Üniversitesi’nde iç mimarlık okuyabilmek uğruna üniversite sınavlarına 2. yıl tekrar hazırlandım. Çünkü bu okulda okuyabilmemin tek şartı burs kazanmamdı. Ve 1 sene sonra hayaline giden yolda birinci basamağı atlamıştı Büşra.
Peki ya sonra okulun İngilizce hazırlık programında 3 yıl okumasına ne dersiniz? Benim için gerçekten zorlu bir yolculuk olmuştu çünkü hazırlık atlama sınavından 3 kez ardı ardına kalmam psikolojik açıdan beni bir hayli yıpratırken bir yandan da en ufak bir zorlukta darmadağın olan, insanların aksi sözlerini, davranışlarını kendini yıpratırcasına dert edinen beni bambaşka bir bakış açısına sürüklemişti. Çünkü 3. hazırlık yılımda hayat, yoluma terapistim Tuba ablayı çıkarmıştı. Yani bu durumu şöyle özetlemek gerekirse, hayatın bana sunduğu fırsat üniversite sınavlarına bir kez daha hazırlanabiliyor olmam, virajım hazırlık sınavında kalmam ve beni bu virajdan sağ salim çıkaran da Tuba ablam olmuştu. Ve hayalimin ikinci basamağını da, tüm zorluklarına rağmen, o sınavı vererek atlamış oldum. Ne ilginç ki o zamanlarda şikâyet ettiğim birçok duruma şimdilerde iyi ki yaşamışım gözüyle bakıyorum.




Bu hayatta yaşadığımız ve karşılaştığımız hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inanıyorum ben. Hepsinin bir sebebi var. Ve asıl önemlisi de bunları yaşarken ya da yaşadıktan sonra bize olan artılarının ve eksilerinin farkına varabiliyor olabilmek. Hayallerimize giden yol tek bir çıkmazdan geçmiyor. Bir ağacı tersten düşünelim. Burada hayalimiz ağacın kökü, hayallere giden yollarımız da ağacın dalları olsun. Biliyoruz ki birbirinden bağımsız birçok dal tek bir kökte birleşiyor. Ve ağacın kökü ne kadar sağlamsa o dallar da o kadar uzun süre ayakta kalıyor. Sen sen ol hayaline sıkı sıkı sarıl, bil ki her ne dalda olursan ol birleşeceğin nokta hep aynı kalacak.


Büşra Koç

Bilkent İç Mimarlık Öğrencisi

22 Ekim 2016 Cumartesi

DIŞARIDA OLMAK İÇERİDE OLMADIĞIN ANLAMINDA DEĞİLDİR...( ROOM Filmi)




Uzun zamandır izlediğim bir filmden bu kadar etkilediğimi hatırlamıyorum. Nedeni üzerinde tüm gün kafa yorup gece uzun  uzun kendimi hangi karakterle özdeşleştirdiğimi aradım. Neydi almam gereken mesaj ve belki anlatmam gereken.? İşte buradayım heybemdekileri anlatmak adına…
Room (Gizli Dünya)  Lenny Abrahamson Yönettiği ve senaryosunu gene aynı ismi taşıyan kitaptan uyarladığı 2015  Kanada-İrlanda ortak yapımı bir dram filmi.  Filmde Brie Larson ve Jacob Tremblay başolde…  Film çok fazla gösterimde kalmamış ve 4 dalda oscara aday gösterilmiş. Dirilişi izlemeden önce izlemiş olsaydım benim için 2015 ve 16’nın oscarlık filmi olarak zihnime kazınacaktı.
Konusuna gelince; 24 yaşındaki Joy (Brie Larson), 7 yıl önce Old Nick (Sean Bridgers) dediği bir adam tarafından kaçırılmış ve o günden bu yana evinin arkasındaki küçücük bir kulübede Jack ile tutsak olarak yaşamaktadır. Old Nick'in devamlı tecavüzlerine maruz kalan Joy, bu 7 yılın son 5'ini, Nick tecavüzleri sonucu doğan oğlu Jack (Jacob Tremblay) ile geçirmiştir.

Filmden çıkarılan derslere gelince;
1-EN BÜYÜK HAPİSENE KENDİ ZİHNİNDİR
 Jack ve Joy filmde bir odada yaşar ve bu oda onların gerçekliği olmuştur. Jack’in dışardaki dünyadan hiç haberi yoktur çünkü ona öğretilen tüm gerçeklik o odadır… Odadaki masa, sandalye, dolabı ve lavabosu…  Odanın sınırları içinde sonsuz bir dünya kurmuştur… Hatta filmin bir karesinde o küçük odayı tarif ederken şöyle der; “ Her yöne doğru sonsuza kadar gidiyordu”… Annesinin ona inandırdığı dünyanın içinde  “Kapılar ve kapılar var başka içeriler ve başka dışarılar” oluşturmuştu…
 Hayatımızda kapılardan ve  kapılardan, içerilerden ve dışarılardan ibaret değil mi? Her inanç veya seçim yeni bir kapı ve yeni bir içeri oluşturuyor… Kimi inanç bizi o kapının ardına izole olmuş bir hayata hapsederken dışarda olan bitenden bir haber yaşıyoruz… Kimi ise yepyeni ufuklar açabiliyor.
Ne diyordu Morpheus, Neo’ya: “Bu senin son şansın. Artık geri dönüş yok. Mavi hapı alırsan hikâye sona erer. Yatağında uyanırsın ve inanmak istediğin her neyse ona inanırsın. Kırmızı hapı alırsan harikalar diyarı’nda kalırsın. Ben de ‘tavşan deliği’nin gittiği yerleri gösteririm… Unutma, sana vaat ettiğim tek şey gerçek, daha fazlası değil…”
Bu soruyu hep sormuşumdur kendime ya odanın içinde olduğumu fark edemezsem? Ya hiç uykuda olduğumu bilmezsem?... Uyanma ve odanın dışına çıkabilmek için ihtiyacımız olan nedir acaba? Joy’yu bu dünyadan uyandıran ve odanın dışına çıkmak için harekete geçiren şey tehdit algısıydı… Korkuların, yapamayacağına olan inancın bunlar senin cehennemin ve hapishanen oluyor zamanla… Peki senin dışarı çıkman için ne olması gerekiyor hayatında?
2-BÜTÜN GÜÇ DAMARLARINDAKİ ASİL KANDA MEVCUTTUR….
Joy kalıplar kurallar ve ona verilen sınırlarla çizdiği hayatından artık özgürleşmek ve dışarı çıkmak istiyordu. Yıllarca yaşadığı durum onu güçsüzleştirip umutsuzlaştırsa da bir yerlerde kalan bir gücü vardı. Fakat bu sınırlara kendi çocuğunu o kadar inandırmıştı ki Jack kesinlikle yeni bir dünya olduğuna inanmıyordu. Ona göre  o kapının dışı uzaydı… Joy oluşturduğu bütün kavramları jack’in sorgulamasını sağlayarak ancak ikna etmişti. Ve sorgulama değişimi getirmişti.  İçerdeysen kimse sesini duymuyordu… Kendin bile zamanla kendi sesine yabancılaşıyorsun… Ancak sorgulamak değişimi giden ilk adımı atmanı sağlıyor… Dışarı çıkmak ve sesini duyurmak için bir güce ihtiyacın var… Joy  kendine olan inancını sesini duyurmak için kullanıyor. Ve aslında unuttuğu bir güçtü bu… Peki sen sınırların ötesine geçmek için hangi güce sahipsin içinde… Ne var seni o hapishaneden çıkaracak? En büyük sır ise şu; ihtiyacın olan potansiyel sende mevcut. Dışarı çıkmaya niyet etmen onu bulman için sana bir işaret olacak…

3-DEĞİŞİM SANCILIDIR...
Filmde Jack’in uzayı gösterdiğini sandığı bir “Tepe Pencere” var odada. Oradan ışık alıyorlar veya gündüz gece olduğunu fark edebiliyorlar… O tepe pencereden alınan ışık olmasa 7 yıl boyunca aynı mahkûmiyeti yaşamazlardı büyük olasılıkla…  Hayatımızda oluştuğumuz sınırlar ve duvarlar içinde bahanelerimizle küçük pencereler oluşturuyoruz kendimize.
Joy ve Jack’te filmde yeni dünyaya adapte olmaya çalışırken hayli zor zamanlar yaşarlar, adapte olamazlar… Hatta Jack sınırın dışına çıktığı ilk anda odaya geri dönmek ister. Biz de rahatlık alanında çıktığımız anda ona geri dönmek için tekrar bahanelere “Tepe Pencereler” ihtiyaç duyarız…
Daha doyumlu ve mutlu yaşamak için değiştirmen gereken davranışlar olduğunu bilirsin ama bir türlü hayata geçiremezsin… Çünkü değişim sancılı bir süreçtir… Alışıla gelmiş bütün sınırlarını arkada bırakıp yeni bir yola koyulmak, üstelik bu şimdiye kadar senin güvenli diye bildiğin alandan daha çok bilinmezle dolu olana doğru yolculuğa çıkmak , ürkütücü gelebilir. Alice tavşan deliğinden geçerken başına gelecekleri bilmiyordu ve nitekim bir sürü olayla, zorlukla karşılaştı. Sonuç hakikate ulaşmıştı… Tırtılın kelebeğe dönüşü, annenin yavrusuna dünyaya getirdiği yeni bir doğumun gerçekleştiği her an zorludur. Kendinden yeni bir sen inşa edersin… Peki sen değişim sancısını göze alabiliyor musun? Bütün o sığındığın tepe pencerelerin ışıkları sönmeden, tamamen karanlığa gömülmeden sınırlarının dışına çıkmaya niyetli misin?
4-KAPI AÇIKSA GERÇEKTEN ODA OLMAZ…
Filmin ikinci yarısında müthiş bir paradoks var… “Dışarıda olmak içeride olmadığın anlamında değildir.” Yazının başında belirttiğim kapılar ve kapılar başka dışarılar ve başka içeriler vardı. Bir içerden özgürleşip yeni bir dışarıya mahkum olmak değildi özgürleşmek… Tamamen sınırları kaldırmaktı. Toplum kültür ve kural felsefesini bir kenara bırakmak gerekiyor bu satırlarda. Bahsettiğim kendi zihninde ne kadar özgürsün? Kurtulduğunu sandığın her kaos ve seni üzen her anıdan bir diğerine atlamak  pek bir moda bu günlerde… Hep beni bulurlar da cabası… 
Filmde de Joy odadan kurtulmuş olmasına rağmen yeni bir hapishaneye düşer ve kendini bir türlü toparlayamaz. Kurban psikolojisi, ve suçlama psikolojisi içinde özgür olduğunu sandığı yeni dünyada başka bir sınır oluşturur.
“Kimse yalnızken güçlü değildir” der Jack, annesine destek olmak isterken… İleriye ve ileriye giderken tek ihtiyacımız olan içsel kaynaklarda değildir aslında… Dışsal kaynaklara güçlere yani bizi seven insanların desteğine de ihtiyaç duyarız. Kurban psikolojine girmiş bireyler maalesef bu yardımları red ederek yeni bir cehennem oluşturmakta kendine…

Gerçek şu ki hayat her zaman adil değil… Her zaman mutlu olmak diye bir hastalıkta yok!.. Kimi zaman düşeceğiz, kimi zaman kalkacağız… Bazen kendi sebep olmadığımız sorunlar bile yaşayacağız!
“Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var” diyor ya şaiir…
Hepsinden bir şey öğrenmeye ve yol almaya devam edeceğiz…
Yola devam etmek içinse vedalaşmak o noktadan ayrılmak gerekiyor…
Ve geçmişte olduğun noktaya uzaktan bakmak… Ancak odanın dışında onun ne kadar dar olduğunu anlayabiliyorsun…
Hoşçakal beni üzen anılar, hoşçakal hatalarım, hoşcakal yanlış ilişkiler, hoşçakal sınırlarım, hoşçakalın…

Tuba Aydoğan 
Terapist/ Eğitmen


12 Haziran 2016 Pazar

GARANTİ VERMİYORUM!




Sen de görseli tıklayıp, merak edip gelenlerdensen eğil eğil kulağına bir şey diyeceğim… 

Yazının devamını oku J

Aylar sonra kalemi elimize almanın tuhaf heyecanı içindeyken nereden başlayacağımı bilmemenin endişesiyle, bu kadar zaman yazmaya neden ara verdiğimi kısaca anlatmak mümkün olmasa da şöyle açıklayacağım…
Ülke olarak pek iç açıcı günlerden geçmiyoruz. Ne yazsak ne söylesek boş tabii ki… Tuhaf bir atalet kapladı hücrelerimizi, sinsi sinsi her yanımızı sarıyor. Tıpkı kanser gibi ve en kötüsü farkında değiliz. Ya da farkındayız da akışına bırakmanın son evresinde, yeni deneyler mi yapıyoruz? Daha ne kadar boğulmayabilirim hiç birşeysizlikten merakı mı bu bilmiyorum…
Kendimi hedef olarak koyduğum, “Ayda bir blog yazımı güncelleyeceğim” den bile uzaklaşmışım. Paylaşımlarım yavaş yavaş can çekişiyor, zihnimde ölüyor düşüncelerim. İnsan utanıyor, velhasıl işini yapmaya bile. Sevgili Gürse Birsel’in dediği gibi “Ülkede espri yapacak durum bırakılmadı”. Ben de ne düşünürsen kilo alırsın, ne yersen vermezsin yazmaktan el-aman hala gelmişim…
Sayfamdaki 25 yazımın, 7865 kez görüntülenmesi ise; ayrı bir mutluluk, bu ayki blog yazım sevgili takipçilerim ve danışanlarıma teşekkür için…
Şirket hattı telefonum çalıyor ve her zamanki gülen sesimle; “buyurun diyorum nasıl yardımcı olabilirim?”
Telefonun diğer ucundaki ses biraz çekinken ve hafif bir ses tonuyla;
- Ben sitenizi ve sisteminizi inceledim. Ben 10’larca diyet denedim, akapuntura gittim, spor yaptım.  Ama bir türlü kilo veremedim. Verdiysem de fazlasıyla geri aldım. Sizin sisteminizi denemek istiyorum anlatır mısınız?
(Aldığım telefonlarda yada yaptığım görüşmelerde danışanların neredeyse %99’u aynı şikâyetlerden bahseder.)
Dedi.
Bense ilk olarak biyolojik bir rahatsızlığı olup olmadığını, bir doktor kontrolünden geçip geçmediğini, kaç kilo olduğunu sordum ve daha sonra sistemi anlattım. Fakat bu kez soruların ardı arkası kesilmiyordu. Yaklaşık 30 dakika kadar telefonda konuşmuşuz. Ve 15. kez aynı soruya cevap veriyordum…
“Zayıflayacağımı garanti ediyor musunuz?”
Neyin garantisi bu diye sordum, ”Neyi ispat etmek istiyorsunuz kendinize, bak gene yapamadım, bu da olmadı demenin garantisi mi? “
Uzun bir sessizlik oldu ve teşekkür edip, telefonu kapattık.
Daha önce bu konudan hem dergilerde hem bloğumda, katıldığım televizyon ve radyo programlarında bahsetmiş olmama rağmen tekrar üstünden geçmekte fayda görüyorum…  Kilo tek başına biyolojik bir problem değildir. Her açıdan ele alınıp, incelenmesi ve kilo verememenin önündeki biyolojik, psikolojik sebeplere bakılmalıdır.
Bu sistem tam olarak siz deyin psikoloji, ben diyim bilinçaltı nedenlerine bakarak, kilo vermenizin önündeki engelleri tespit etmeye ve kaldırmaya yardımcı olur. Davranış değiştirmek için karşılıklı emek gerekiyor. Bunun da bir kısmının ayna nöronlarla alakası var. Ama bu konuyu başka bir yazıda anlatsam çok daha iyi olacak.
Peki neden emek harcamaya bu kadar imtina ediyoruz? Neden bir çırpıda tüm kilolarımızdan kurtulmak istiyoruz? Büyü ya da sihir neden bekliyoruz?
Bu konuyu birçok açıdan ele almak mümkün. Bense bugün toplumsal boyutundan biraz bahsetmek istiyorum…
Bir reklam filmi dönüyor. Beyazıt Öztürk oynuyor. Gazete manşetleri var 1 günde 15 kilo verin diye bir sür manşet var ve kahkahalardan yıkılıyor, kendisi yayın editörü olarak bu habere kahkahalarla gülüp tasdik ediyor. Bunun çok satacağını düşünüyor. Neden mi peki?
Satın alma kararımızı ne kadar mantıklı aklımızla veya entelektüel zekâmızla verdiğimizi düşünsek de çoğunlukla ilkel beynimiz bu kararlara etki eder ve bizim ruhumuz bile duymaz. Vücudumuzda birçok hayati fonksiyonu (Solunum, kalp, damar, sinir fonksiyonları) yönetirler. Ayrıca tehlikelerden ve acıdan kaçmak, üreme ve zevk alma faaliyetlerimizden de kendileri sorumludur. Kendileri pek bir başına buyruktur ayrıca bencildir de… Bencilliğinden mütevellit hayatta kalmaya ve sahibinin mi desem, kölesinin mi desem çıkarlarını göz önünde bulundurur…
Vücudun bir kilo alıp verme dengesi var. 1 haftada 15 kilo almanın öyle kolay olmayacağını bildiğin gibi bir haftada vermenin tabii ki mümkün olmayacağını, mantıklı aklımızla bilsek de ( Yağ aldırma, operasyon vs. hariç) fiyatı bilmem ne kadar eden, size garantili 1 haftada 15 kilogram verdireceği söylenen, o ürünü veya sistemi satın almamızın altında işte bu gerçeklik bulunuyor “Acıdan kaçmak” .
Reklam camiası da bunu çok iyi bildiği için çoğunlukla cinsel içerikli yada acıdan kaçma eğilimine yönelik reklamlar hazırlarlar.
Başarısızlıkta  bir nevi acıdır. Kimine göre çok, kimine göre az ama çoğunlukla büyük bir acıdır ve bu yüzden ya hemen kilo vermek için kolay olduğu söylenen sistemlerden faydalanmak ister veya “Garantili” olandan…
Denenmiş onca diyet onca beslenme programı, gene mi diyettesin soruları, bu defada mı olmadılar, bitmek bilmeyen mücadele, aç kalınan günler ve geceler gerçekten insani bezdiren ve bunu deneyimlemiş biri olarak söylüyorum oldukça acı verici bir süreç… Bundan korunmak için hazıra konmak istemek, olmadık yöntemlere başvurmak ve garanti istemekse gayet doğal…
Kendi adıma söylüyorum ki; bu sistem size öyle bir garanti vermiyor, veren olursa da arkanıza bile bakmadan kaçın.  Hele hiçbir şey yapmadan istediğiniz şeye sahip olacağınız bir sistem olursa!
Eğitim aldığım hocalarımdan biri şöyle derdi: “As bakalım tavana bir milyon dolar resmi ve her gece bakarak uyu bakalım ona, evren gönderiyor mu?” Eh ben de diyorum as bakalım ince fit bir manken resmi oraya iki seksen yatarak, o bedene gelecek misin? Burada parantez açmakta fayda var. Bilinçaltını motive etmek için görselliğe ihtiyaç vardır, hem ilkel beyinde görseli çok sever. Özellikle hedef kilonuzda bir resimle birlikte hedef kilonuzu yazacağınız bir yazıyı gözünüzün önünde bulundurmak, motivasyonunuz için oldukça faydalıdır. Ama iş bununla bitmiyor. Hedefi astım evrene mesaj yolladım, hayal de kurdum, niye hala ben aynı kilodayım? Eeee… yersen gecenin yarısında 1 kg dondurma aynı kiloda olursun…
Hikâyemiz burada başlıyor zaten, sevgili okur mesele o 1 kilo dondurmaya nasıl “Hayır” diyeceğiz?
Yine eğitimlerimden birinde Üstada sordum; “Hocam iyi güzel bu teknikleri öğretiyorsunuz, bize de mesele danışanların durup bu teknikleri yemek öncesi uygulamasında” demiştim.
Oda “ Bir zahmet uygulasınlar efendim” demişti…
Biraz çaba, biraz emek, biraz gayret gerekiyor… Aynaya baktığında, sağlıklı bir bedenin olmasını istiyor ve gelecek yılarda halen merdivenleri inip çıkabilme gücün olsun istiyorsan, az gayret lütfen…
Biraz daha bu konuda bilinçlenerek özellikle reklamlar konusunda daha dikkatli olunabilir. Hayatta hiçbir şeye emek harcamadan sahip olunamayacağını bilmek gerekiyor. Aldığın o fazladan 10 kiloya bile kolay sahip olmadın. Uykulardan kalkıp kalkıp yedin, belki gecenin bir saati dışarı çıkıp, o döneri hüpletmek için kaç km yol gittin! O tatlı krizleri için ne hamaratlıklar gösterdin! Birde hem almak için hem de vermek için dünya para harcadın!

Bedava peynir ancak fare kapanında olur! 

Tuba AYDOĞAN
Terapist




10 Nisan 2016 Pazar

BENİM HALA UMUDUM VAR ( ORDU'NUN EN GÜZEL SESİ TURNASUYU KIZ ANADOLU LİSESİ)

Seyyah olmak için şehirler, ülkeler mi gezmek gerekir yoksa gönüller mi diye çok düşündüğüm olmuştur. Hangisinde ruhumu, zihnimi daha çok doldurabilirim veya?

Sonunda buldum cevabımı…
Hem de Ordu’nun küçük bir köy okulunda…

Bir sesle irkiliverdim sabah görebildiğim hiç bir şey yoktu, gecenin koyu karanlığıydı çünkü şehre varışımız. Pencereyi açtığımda sislerin arasından rengi griyle yeşil arası bir deniz, üstünde martılarla selam çakıyordu. Seremoni onlarınkiymiş. Şehir insanları böyle sabahlara uyanınca dengesi şaşıyor velhasıl… Mutluluk dozunu ayarlayamıyorsun, bina yığını betonlar arası uyandığımız toz kokulu sabahlar sonrası…

İlk şok dalgasını hafif yaralı atlatmıştım…

Dışarı çıkınca ikinci şok dalgası seni bekliyor oluyor. Yer mavi gök yeşil. Başını kaldırdığında yemyeşil dağlar selam ediyor sana bu kez.  Kanatlarım olsa istediğim nadir anlardandı yeşilden maviye süzülürken zihnimde…

Bir hayal peşine düşmüştük biz zaten ve hayalimiz için aracımıza binip otele yarım saat mesafe de olan Turnasuyu Kız Anadolu Lisesine ulaştık.

Aman tanrım kesin ben yolda uykuya daldım ve uyandığım yer Hogwarstı ve birazdan bizi Dumbledore karşılayacaktı. Bu nasıl bir okul yemyeşil dağların eteğinde, çimenlerin üstünde biz yanlış bir okula geldik diye düşündük. Büyülendim tek kelimeyle aşırı doz oksijenden nefesim kesildi. İki gündür uykusuzluğun verdiği o kafa bulanıklığı bir anda gitti sanki daha net görüyordum, daha net duyuyor ve daha net hissedebiliyordum her şeyi.  İşte bu muhteşem okulun muhteşem çocuklarıyla buluşma anımızda gelip çatmıştı… Burası bir kız okuluydu ve yatılı bölümü de mevcuttu. Sahneye çıktığımda uzun zamandır heyecanlanmadığım kadar heyecanlanmıştım inanmıyordum çünkü bu kadar güzel çocuk nasıl bir araya toplanabilirdi ki? Hepsi öyle pür dikkat nefes almadan dinliyorlardı.
Victor Hugo ünlü Fransız yazar 15 yaşında iken matbaaya gider ve sahibine elindeki tekstleri verir. Adam;” Bunlar beş para etmez” der. Hugo’da; “Çok yazık ben sizinle anlaşıp gelecekte basılacak olan kitaplarımın da basım haklarını size verecektim “ der. Dediğimde gözlerinde ki ışık bir kat daha artıyordu .  “Saydıcılar” vardır hayatta bir de “rağmenciler” ve hikayeyi “rağmenciler yazar dediğimde ise  umudun pırıltılarını görüyordum  yüzlerinde… 2 saate yakın konuştuk konuşmacılar ve hepimizi pür dikkat dinleyip heybelerine alacaklarını aldılar. Sormak istedikleri eminim çok şey vardı, karelere sığmayacak kadar mutluluk pozları verdik iç içe gülümseyerek. Ama asıl hikaye bundan sonra başlıyordu…

Hogwardas doğasında bir  yer fakat şato değildi ne okul ne de yurt… Hatta okulun fiziki şartları ve yurdun fiziki şartları çokta iyi değildi. Okulun büyücü hocaları vardı Bir müdür, Müdür Yardımcısı ve Rehber öğretmeni birde dostları… İmkansızlıklara “RAĞMEN” okulu yaşanılası hale getirmek için gecesini gündüzüne katan büyücülerdi bunlar… Bir rehber öğretmen düşünün mesai saati kavramı  olmayan, evi okulun içinde kapısı her dakika okul öğrencilerine açık. Çocuklar biraz daha fazla test çözebilsin diye otogarlarda yatan, sırtında koli taşıyıp çocuklara deneme sınavı yapan… Daha fazla test alabilmek için kitapçılarda hamallık yapıp karşılığında ücretsiz test alan. Dershaneye gidebilmesi için çocukların ücretsiz eğitimler yapıp karşılığında onları dershaneye gönderen,  uzak yakın ulaşabildiği her yere ulaşmaya çalışan ve okul için bir şeyler yapılmasını sağlayan. Aman bize ne mezuniyetten demeden, çocukların cübbelerini keplerini ayarlamaya çalışan,  bu yolda peşine yanına yoldaş toplayan bir büyücü bu. Gece toplaştık biraz kızlarla bu büyücünün evinde , “Hayaliniz Ne” dedim.  Çoğu öğretmen olmak istiyordu ve yardıma muhtaç öğrencilere destek olmak istiyordu. Öyle hikâyeler vardı ki ve öyle güzel inciler… Pamuklar içinde sarıp sarmalayıp, her türlü imkanı ayağına serdiğimiz şehir bebelerinin “ama bunun 6s çıkmış benim ondan yok” şımarıklığından çok uzakta, müthiş bir olgunluk ve erdemle, saygıyla duran ve iyilik tohumu ekilen melekler vardı…
Her çocuk başka bir hikaye o okulda, bunları bu satırlara sığdırmak zor gibi ve bazen sözün bittiği yere gelir cümleler “NE DESEM LAF DEĞİL”…

Şehir turunda dinlediğim hikayeler, tatdığım lezzetler, gördüğüm güzellikler bir seyyahın  dünya gözü notları ama onlarda ruhumu doyuran bu güzel hikaye kadar lezzetli ve muhteşemdi…
Muhakkak teleferiğe binmelisiniz , kıymalı yumartalı pide yemeli, salepli dondurmadan tatmalı ve levrek buğlamaya ekmeğinizi banmalısınız, Yason koyunda nefes almalı, turşu dünyasında denize kadeh kaldırmalısınız….

Aman be ne abarttın sende diyen olursa iki çift laf edeyim sözün bitiminde…
Kötülüğün, taciz ve tecavüz haberlerinin her gün sayfalarımıza düştüğü bu günlerde, bir kereden bir şey olmazların bulantısını midemizde hissettiğimiz bu günlerde, eğitimin her gün yozlaştığı  ve yobazlaştırıldığı zaman diliminde, yardım yapmayı dergilere poz vermekle karıştırıldığı şehir hayatımızda, egolarımızın çarpışıp, şahlandığı sosyal ortamlarda bu güzellikleri duyurmaya ve anlatılmaya daha çok ihtiyacı var… Kötülük hızla yayılıyor, hem öyle çabuk ki... Belki bu hikâyeler anlatıldıkça değişir bir şeyler…

Kocaman bir umut yeşerdi yüreğimde bu seyahat sonunda ve cevabımı bulmuştum, seyyah olmak için şehir gezmeye ihtiyaç yoktu en büyük seyahat insan yüreğineydi… Ve bunu o okulun öğretmenleri, eşleri, ve dostları çocukların gönüllerine ulaşarak yapıyorlardı…
Yaşar Kemal’in dediği gibi iyi insanlar iyi atlara binip gitmemişler ve hala umut var…
Güzel gönülleriyle ışık saçan Turnasuyu Kız Anadolu Lisesi Öğretmenlerinden Mehmet Tikenoğlu, Lokman Uzunçakmak, Kazım Yünden’e ve Saygıdeğer eşlerine, her fırsatta okulun dertlerine koşan Klinik Psikolog Ömer Ayyıldız’a ve Eşlerine, Bütün olanakları bize sağlayıp harika bir projenin gerçekleşmesine vesile olan Seyev Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Seda Yekeler ve ekibine ve bizi canı gönülden dinleyen o güzel öğrencilere binlerce kez teşekkürler…

Şemsin dediği  gibi…
Bir şey yap güzel olsun…
Çok mu zor?
O vakit Güzel bir şey söyle…
Dilin mi Dönmüyor?
Öyleyse güzel bir şey gör veya güzel bir şey yaz…
Beceremez misin?
O zaman güzel bir şeyle başla.
Ama hep güzel şeyler olsun…
Çünkü her insan ölecek yaşta…
Biz yola güzel şeyler OL’sun diye çıktık, öylede OL’du…
Ve daha olması dileğiyle…

Sevgilerimle
Tuba Aydoğan

Terapist/ Eğitmen






10 Mart 2016 Perşembe

GERÇEK MUTLULUK


Hücreler Gerçek Mutluluk ile Sahte Mutluluğu Ayırd Ediyor?



Bir çok insan, hayatında mutlu olmak ister. Mutluluğu yakalayabilmek için de çeşit çeşit şeyler yapar. Kimi boğaz kenarında güzel bir yemek yediğinde mutlu olur, kimi de bir hayır işi yaptığında…

PEKİ, BU MUTLULUKLARDAN HANGİSİ GERÇEK?


Bu sorunun yanıtını, “her ikisi de gerçek” diyerek verebiliriz. Ancak, hücrelerimiz bizimle aynı fikirde değil.Birleşik Devletler’deki Kaliforniya Üniversitesi ile Kuzey Karolina Üniversitesi’nin işbirliği altında gerçekleştirilen bir araştırmaya göre; hücrelerimiz bu olaylardan sadece bir tanesini gerçek mutluluk olarak algılıyor.


Yapılan araştırmada, hücreleri yakından inceleyen bilim adamları, her iki duruma karşı, bağışıklık sistemimizdeki hücrelerimizin verdiği tepkiyi incelediler ve hiç beklemedikleri bir sonuçla karşılaştılar.

Araştırmaya göre, güzel bir pasta yemek, iyi bir tatil yapmak, güzel elbiseler giymek ya da hoş bir arabaya binmek insanları yanlız o an için mutlu edebiliyor. Bilim adamları bu hissi, mutluluk değil, “anlık tatmin” olarak yorumluyor.


Aç bir kimseye yardım etmek, ihtiyacı olana yardımda bulunmak, hayır işleri yapmak ise; uzun vadede hücrelerimiz üzerinde son derece pozitif bir etkiye sahip. Nasıl mı?Bir amaç uğruna yaşamak, hücrede bulunan kronik stresle ilgili genleri büyük ölçüde azaltıyor. Kısa süreli mutluluk anlarıysa, hücredeki stres genlerini arttırdığından, romatizmaya, kalp hastalıklarına neden oluyor ve stres kökenli hastalıklara karşı bağışıklık sistemimizi çökertiyor. Böylece, kendilerine bir amaç edinenler, hem mutlu hem de sağlıklı; bir amacı olmayan ve anı yaşayanlar ise hem mutsuz hem de sağlıksız oluyor.Kaliforniya Üniversitesi’ndeki araştırma ekibinin lideri Barbara L. Fredrickson, elde ettikleri sonucu şöyle tarif ediyor:


“Günlük aktiviteler kısa süreli hazlar sağlasa da; uzun vadede negatif fiziksel sonuçlar doğuruyor. Hücresel düzeyde bakarsak, vücudumuzun tepki verdiği tek bir mutluluk türü var; o da bir amaç uğruna yaşamak ve o amaca bağlı olmak”


Kuzey Karolina Üniversitesi’nin internet sitesi üzerinden yayınlanan araştırmanın sonucuna göre, manen doyucu işlerle meşgulseniz, ne sizin ne de hücrelerinizin mutsuz olması imkansız… 


Ancak, tek arzunuz güzel bir yemek, lüks bir ev, pahalı bir tatilse, kendinizi mutluymuş gibi hissedeceğiniz anlar yanlızca yemeğinizi yerken, evinizi satın alırken ve tatildeyken geçirdiğiniz anlarınızla sınırlı olacak. Yemek ve tatil bittikten sonra ise; bu “tatmin bulma” hissi ortadan kalkmış olacağı için, bıkkınlık ve sıkılma başlayacak; depresyon ve stres baş gösterecek.Görünen o ki, hayatlarında uzun vadede mutluluğu yakalamak isteyen ve sağlıklı bir yaşam sürmek isteyenler için mutluluğun anahtarı, “anı yakalamak”ta değil; gerçek bir amaç uğruna yaşamakta saklı.

Kaynak: University of North Carolina at Chapel Hill (2013, July 29). Human cells respond in healthy, unhealthy ways to different kinds of happiness.


25 Ocak 2016 Pazartesi

OTUR SINIFTA KALDIK! EBEVEYNLİKTEN...



      Bundan 10 gün kadar önce Bursa’da 13 yaşındaki küçücük Berrin’in intiharıyla sarsıldık çoğumuz. O gün bugündür zaman ayırmaya çalışıyordum bu yazıyı yazabilmek için, kısmet bu geceyeymiş. İntihar sebebi TEOG gibi ne olduğunu hala tam çözemediğimiz bir sınavdan istediği notu alamamasıydı. Bu buz dağının görünen tarafıydı görünmeyen kısmıysa eminim çok daha fazlaydı ve bunu burada tartışmak ya da yazmak hem ailesine hem onun o minicik küçük yüreğine saygısızlık olur. Yine de içimdeki isyan ateşini sonuna kadar yaktığı bir gerçekti…

   Sınav sistemi ülkemizin acı bir gerçeği, üstelik etki alanımızın da dışında. Ve daha ilköğretimde başlayan bir maraton haline geldi. Ebeveynler çocuklarını bu maratondan üstün başarıyla çıkarabilmek ve hedefi tam 12’den vurabilmek için hem maddi hem manevi çabalıyor ama en önemli olan şeyi; “çocuklarını ıskalıyorlar!”

  Evet ıskalıyoruz sevgili okur, tıpkı başarı bağımlılığımız yüzünden kendi hayatımızı ıskalayıp zindan ettiğimiz gibi çocuklarımızı da ıskalıyoruz. Ben uzun zamandır öğrencilerle çalışıyorum, daha hiç hocam ben sizle çalışmak istiyorum çocuğuma sınav döneminde nasıl ebeveynlik yapmalıyım bunun için koçluk seansı yapalım diyen olmadı!

 70 ve 80 kuşağının çocuk yetiştirmekle ilgili ciddi bir sıkıntısı, var laf aramızda kalsın. Biz hayatı tırnaklarımızla kazan bir nesildik. “Ooo annem babam bana bu kadar destek olsa Profesör oldurduk” diyen bir nesil. Aman benim çektiğimi evladım çekmesin, her şeyi tam olsun en güzel okulda okusun en çok para kazandıran mesleği yapsın, en başarılı o olsun, gitar çalsın, piyano dersi alsın bale yapsın, en az 3 dil çok iyi bilsin, saygılı olsun, harika olsun bende az daha övünüp egomu şişireyim.  Sonuç? Sonuç; mutsuz, tatminsiz, bağımlılıkları yüksek düzeyde, 18 yaşında ama hala nerdeyse yemeğini annesi yediren ya da onun yerine karar veren bir gençlik… “Hocam amma da yaptınız” dediyseniz lütfen etrafınıza bir bakınız! Benim derdim gençlikten değil, benim derdim ebeveynler!

Çocuğunuzu ne kadar tanıyorsunuz ya da kendinizi? O zaman önce çocuğunuzu tanıyın! Yanlış çiftçilik yüzünden bu haldeyiz önce araziyi tanımak şart. Hiç killi toprakta buğday yetişir mi? Biz ısrarla yetiştirmeye çalışıyoruz. Geçen yıl bir okulda yaptığım çalışma sırasında öğrencilerden bir tanesi;
“ Hocam ben müzisyen olmak istiyorum ama ailem istemiyor ve FM okumak istemiyorum”
 deyip ağlayarak yanıma gelmişti. Ve bu öğrenci tam beş enstrüman çalabiliyordu.  Ona hayallerinin peşinden gitmesini ama bir taraftan da eğitimine devam etmesi gerektiğini anlattım ve bu yıl ünlü bir isimle düet yapma şansı yakaladı. Toprağını iyi bil yoksa buğday beklerken elin boş da kalabilir. Üstelik artık yüzlerce yetenek ve ilgi testleri ya da mizaç testleri var.

Gerçekleri kabul edin. Çocuğunuzun kapasitesi, sınav gerçeği, sistem, bunlar sizin etki alanınızda değil! Daha iyi ne yapabilirsinizi konuşun ama her şeyi değiştirmek elinizde olmayabilir bunu fark edin!

Onun bir birey olmaya çalıştığını kimliğini kazanmaya çalıştığını hatırlayın ve ona saygılı olun. Olgunlaşması için fırsat verin ve daha küçük yaşlardan başlayarak ona sorumluluklar verin. Korkmayın yapabilir!

Hedef senin mi onun mu? Kendi hedefinizi ona dayatmaya çalışmayın.

Her birey özeldir onu kimseyle kıyaslamayın kardeşiyle bile!

Hedef belirleyin ama kendi yapamadığınız hedeflerinizi değil!

Hatalardan ders çıkarmayı öğretin neden yaptın diye suçlamaktan ziyade şu üç soru hayatınıza yön versin; Ne oldu? Ne öğrendim? Şimdi ne yapmalıyım?

Anne ayrı akort, baba ayrı akort yapmaya çalışmasın ki düzgün sesler çıksın. Aynı dilden konuşmaya çalışın!
Ödül ceza sisteminde havuç sopa yerine kazan kazan politikası uygulayın!

Sevgili anneler babalar! Bizim kuşak diye bir şey yok bizim zamanımızda diye giriş yapılan cümleler onları iğreti ediyor. Şimdi uzay çağındayız sen 2 yaşında agu demeye çalışırken onlar pc tablet kullanıyor! O kadar uyaran var ki dikkatlerini toplamak oldukça zorlaşıyor.

Yapmasını istediğin şeyi önce sen yap, yapmamasını istediğin şeyi önce sen bırak.

Bol bol takdir edin, özgüvenini geliştirmeye yönelik olumlu tutum alışkanlığı kazanın ve kazandırın.

Suçlayıcı, yargılayıcı, onun kimliğine zarar verecek söz ve tutumları derhal bırakın.

Ciddi iletişim sorunları için uzmanlardan destek alın çocuğunuzu psikoloğa ya da terapiste götürmek utanılacak bir şey değildir. Aksine farkındalık gerektirir.  Ama daha yüksek not alsın diye değil!

Zaman ayırın onlara eğer doğru ürünü almak istiyorsan onla ilgileneceksin ürünüm çürümesin dersen tabi, doğru zamanda doğu suyu vereceksin, yanlış otlardan temizleyeceksin!

Birde çok seveceksin koşulsuz seveceksin başarılı olduğu için değil, uslu olduğu için değil sadece sizin çocuğunuz olduğu için kendi olduğu için seveceksiniz!

Ve Cibran’ın da dediği gibi;

Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil, 
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları. 
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler 
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller. 
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil. 
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır. 
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil. 
Çünkü ruhlar yarındadır, 
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz. 
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları 
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın. 
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur. 
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar. 
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür 
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar. 
Okçunun önünde kıvançla eğilin 
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar 
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.
Bunları da  hatırlayacaksın!

Sevgimle…
Tuba AYDOĞAN
Terapist/Öğrenci Koçu







4 Ocak 2016 Pazartesi

YEME BAĞIMLILIĞI (DENEY)

Scripps Araştırma Enstitüsü, Mart 2010’da çığır açan bir araştırmanın sonucunu yayınladı. Pastırma, sosis, çikolata ve Cheesecake’ten oluşan yağ ve şeker oranı yüksek bir diyete göre beslenen fareler tam anlamıyla yemek bağımlısı oldular, yani kokanin yol açtığı kadar şiddetli nörokimyasal bağımlılıklar geliştirdiler.
Araştırmalarda farelerin yüksek kalorili gıdalarda değişik seviyelerde erişimlerine olanak sağlandı. Bazıları günde sadece bir saat abur cubur yiyebilirken diğerlerinin gün boyunca çikolata ve pastırma yemesine izin verilmişti. Gıdalara erişimi sınırlanan fareler abur cuburları daha ölçülü şekilde yiyerek kilolarını muhafaza etti. Diğerleri ise yemek takıntısı geliştirip çabucak obez oldular.
Yemek bağımlısı olan farelerin bu alışkanlıklarını sürdürmek için neler yapabileceklerini görmek şaşırtıcıydı. Araştırmalar abur cubur vermeyi kesip onları sağlıklı bir diyete sokmaya çalıştığında; obez fareler yemek yemeyi reddettiler ve hatta açlıktan ölme raddesine geldiler. Abur cubura ulaşmak için acı verici şoklara maruz kaldılar Midelerine şekerli ve yağlı besinlerle doldurmak için çaresiz bir istek duymaları ve bu yolda cı çekmeye razı olmaları, başka araştırmalardaki kokain veya eroin bağımlısı olan farelerle benzerlik taşıyordu.
Farelerin tepkisini gözlemlemek için özel elektrotlar kullanan araştırmacılar yüksek oranda yağ ve şekerin, yeni kokain veya eroin benzer şekilde hayvanların beyin kimyasına değiştirdiğini keşfettiler. Aşırı miktarda tüketilen abur cubur ve diğer uyuşturucu türleri, beynin zevk merkezlerini aşırı şekilde alıştırıyor. Tıpkı fazla yemek yiyip mutlu olanlar gibi aynı ”Kafa” yı bulabilmek için hep daha fazla şekerli ve yağlı yiyeceğe ihtiyaç duyuyor.
Yiyeceklerin verdiği rahatlamanın duygusal bir durum olduğunu düşünmeye ve kendimizi güçsüz ya da çocuksu olmakla suçlama eğilimliyiz. Ama psikolojik sorunları olmamasına rağmen fareler de tığkı yemek takıntılı insanlar gibi davranıyor. Yiyeceklerin beyin kimyalarına olan etkisi nedeniyle bu aşırı kilolu ve yemek bağımlısı fareler zevk almak için- ya da sadece normal hissetmek-giderek daha fazla abur cubura fiziksel olarak ihtiyaç duyuyorlar.Bu tür yiyeceklere sınırsız erişim olanağı onları bağımlı hale getiriyor.

İşin  korkutucu kısmıysa kokain bağımlısı fareler uyuşturucu almayı bıraktıktan sonra beyin kimyalarının normale dönmesi sadece iki gün sürüyor. Araştırmadaki yemek bağımlısı farelerin beyin kimyası ise ancak iki hafta sonra normale dönüyor. Diğer bir deyişle, yeme alışkanlıkları bazı bakımlardan beyni uyuşturuculardan daha fazla etkiliyor! Bu araştırmaya göre yağ ve şeker de kokain kadar bağımlılık yaratabiliyor. Hatta bazı bakımlardan daha da fazla bağımlılık yapabiliyor.

Kaynakça: DR. Mike Down