23 Ekim 2017 Pazartesi

SENİ YENDİM İSTANBUL

 
 
Aldığım eğitimlerin birinde eğitmen; “Her duygu öğrenildiği yaşta kalır, update edilmeli” demişti. Bende çok biliyorum ya ; Ne olacak benim bu İstanbul sevdam kesin çocukluğuma inmeliyim ancak bu özlem öyle geçer deyip plan yapmaya koyuldum… Uzun zamandır tasarladığım bu zaman yolculuğunu ancak geçen hafta içi bir eğitim vesilesi ile yapabildim…
Not;Hayatta hiç bir şey tesadüf değil biri hayatına katılacaksa katılacaktır…
Mavi hap mı kırmızı hap mı seçtiğin senindir…
Niyetim eğitim sonrası o yorgunluğu uzatmadan taksiye binmek,  “Taksi buradan mı geçiyor” dedim durakta bekleyen güzel etekli bayana.” Nereye gideceksiniz” deyince, “ Üftade’nin öğrencisi Aziz Mahmut Hüdayi’ye “dedim. “Bilir misiniz?” “Ben Üsküdar'lıyım bilmem mi hiç, orada ineceğim, hadi birlikte gidelim…”
Durduk yola, uyduk imama… Sohbet hoş başladık anlatmaya. Mühendismiş şehir yapısını 10 dakika da analiz edip sayısal verileri belirledik… Girdi ve çıktı dengesini kurup sorunu hallettik…  Aaa bir baktık gelmişiz. Güzel gülüyordu temiz ve sevimli… Kâkülleri düzgün fları griydi…
İlk hedefim 12 yaşında vardığım Aziz Mahmut Hüdayı Türbesi oldu. Gecenin bir yarısı inmemden miydi, çocukluğun verdiği etkiden mi bilemem, o zaman büyülü ve gizemli gelmişti… Belediye almış işletmesini! Zira kapitalist sisteme ruhunu teslim etmediğimiz bir türbelerimiz, dualarımız kalmıştı… Amannnn cehennemin irin ve kan ırmaklarına açılmış kapıdan yayılan bir koku… Kesim hane yapılmış!!!… Allahım burası gül kokuyordu yanlış mı hatırladım derken, az ileri varayım belki huzur oradadır diye tırmandım, sağa doğru süzülüp içeri vardım. Divana durduk, selam verdik,  “Edep Ya HUU” dedik…  İki dua okuyup ruhumuzu rahatlasın dedik, bir baktık sosyal medya da durum güncellemeleri dönüyor…
 Dua ediyordu…
Türbeyle mutlu selfiler eşliğinde ziyaretimizi kısa keserken ruhsallık ve huzurun bile kaç beğeni alacağı sarhoşluğuyla hem hal olmaya gelmiş insancıkları orada bırakarak ilerledim…
Haydarpaşa garını oldu bitti çok severim. Hayal dünyamın engin manyaklığında kaç sevgiliyi ayırıp, kaçını birleştirdim…  Arkada bir fon acıklı ama ciğerini sökecek cinsten, (linkte koydum dinlersiniz J ) (https://www.youtube.com/watch?v=RJHw3pfQ12E9 ) siyah beyaz fonda, derin hüzüne ve kedere garg ettim kendimi…  Selimiye’den Kadıköy’e inerken muhteşem bir panoromik manzara vardır… İnerken bir delikanlı takıldı gözüme duruyor ara ara, sırtını dayıyor bir duvara az nefes alıyor, ilerliyor sonra… Görüş açımdan kaybediyor sonra buluyorum… Önümden hızla koşup bir duvar dibine zor attı kendini ve midesi neyi almadıysa dışarıya çıkarıverdi. Demek çok ağırdı (yedikleri) … Kimse görmüyor sokak ortasında bayıldı bayılacak. Yanına yaklaştım; “Genç neyin var yardım edeyim mi, suyun yemin var mı?” “Yok abla sağol” dedi… Çantamı hazırlarken bu peçetelerde ne işe yaracak ki dediğim yumağı avucuna uzattım, sonra kulağımda davulun çılgın sesiyle aşağı doğru topukladım… Gara bir selam çakıp uzaktan baktım… Örtmüşler üstünü tüm yaşananlar saklanmış… Ne vedalar ne kavuşmalar ne fonda müzik kalmış…
Kadıköy’ün mekanikleşmiş vapur hattına doğru ilerlerken içimden bir ses çığlık attı; “ Allah’ım buralarda bir deniz olmalıydı çok uzağa gitmiş olamaz” derken, otobüslerin boğuk dumanından çıkıp işte orada sislerin ardında deyip kavuştuk Eminönü-Karaköy Hattına… Varacaktım  az sonra Galata’ya… Gözümde yavaş yavaş uzaklaşan Kadıköy’e veda edip seyre durdum… Hahhh geldi işte edepsizler cıyak cıyak sesleriyle… Neden bunlar hep simit yiyip kilo almıyor hani 1 simit dört dilim ekmeğe bedeldi, illa kuş mu olmak lazımdı diye aklımı deli sorularla eğlendirirken, işte o manzara!… Şımarıklıkları çığlıklarına yansımış deli bir martı sürüsü havada cilveleşip vapuru takip ediyor kırk takla atıyordu… Arka fon muhteşem…
 Karaköy’ ulaştım. Arka sokaklardan Galata’ya tırmanacaktım… Merdivenlerin üst basamaklarına doğru tırmanırken aklımda kişisel gelişimci gözlüklü haminne;  “Bak kızım gördün mü kondisyon şart! Tırmanacaksan hazırlıklı olacaksın. Arada birde soluklanacaksın ama durmayacaksın, ha gayret!!!”  “Ulan yettin be! Bir bırakta sokağın, merdiven tadına varalım.” deyip odasının kapısını kapattım…  Bu defada öbür odadan Öğretmen Hanım çıktı… “Evladım çocuklara bu hikâyeyi anlatmış mıydın? Hazerfen Galata’ya tırmanırken uçabilir misin diyenlere, Uçar mıyım bilmem ama bu merdivenleri yürüyerek inmeye niyetim yok demişti hatırladın mı?”  “Hiç aklımdan çıkmıyor ki ama bugün teneffüsteyim.” deyip onunda odasını kapattım…  Tam onlar sustu diye mutlu mesut ilerlerken küçük bir kız Arnavut sokaklarda yürüyor, tutmuş babasının ellerinden… Ayağında beyaz pabuçları, sarı pantolonu, beyaz gömleğiyle gülümsüyor… Yabancı değil gibi. Az ilerledim Kocaman bir kahkaha attım. “ Heyyy küçük kız dur buldum seni.”  Bir gülümseme bıraktı yüzüme sonra ilerledi… Takip edecektim. Nasıl mutlu ilerliyor, ne buluyordu burada bu sokakta anlamadım. Renkli duvar yazıları mı acaba, yoksa küçük dükkânlardaki inci boncuk mu gözünü aldı… Yukarı doğru kafamı kaldırdım tüm ihtişamıyla Galata karşımdaydı… Ben gene hayallerde cirit atarken kızı gözden kaybettim, eh yorulmuşken de bir nefes alımı bir kahve tadımı dinlendim…  Konuşmam lazımdı kızla, hızlı hareket etmeliydim o yüzden…  Hatırladım buradan sonra bir park macerası vardı… Ben de Gülhane’ye doğru rotayı hazırladım.
Eminönü, Yenikapı… Hayyy bin kunduz eeee burada kuşlar vardı onlara yem atıyorduk yaaa, mısır çarşından kokan baharatlar eşliğinde kendimizden geçiyorduk yaaa… Yenileniyormuş Yeni Kapı!!! Başka bir düş kırıklığıyla… Sirkeci ve Gülhane’deyim. İlerledim… Yeşilin kırk tonunda kendimden geçmek istedim, sarı bir renk gözüme ilişti, işte ordaydı… Eline bir mısır almış hoplaya zıplaya geziniyor… Koştum nefes nefese kalana kadar…
Tuttum kolundan ; “Seninle konuşmalıyız! Bir anlaşma yapmalıyız!”
Bana bak küçük kız sen artık büyüdün ve 7 yaşında değilsin artık bu şehirde bildiğin şehir değil! Simit, şeker,mısır kokmuyor…  Beni çağırıp durmayı bırak bir sürü işim gücüm var… Ha ağladı ha ağlayacak… “Ama ben seni korumak istemiştim…”deyiverdi…  “Neden korumak istedin ki?” dedim, azcık daha sert çıkışarak. “Yaşlılıktan” dedi… Bu kez ben ağlamaklı bir sesle; ”Yaaaa!” dedim… Sonra diz çöküp sarıldım…
Küçük kız bak şimdi seninle bir anlaşma yapalım ben yaşlanmaktan korkmuyorum artık, sende büyümekten korkmamalısın… Söz yine seni babanla parka göndereceğim… Pamuk şekeri alıp, dönme dolaba bindireceğim… Lakin bunu artık sık sık istemeyi bırakmalısın… Çünkü bu şehir rüyalarında ki masal şehri değil artık… Peki dedi, söz veriyorum büyümekten korkmayacağım, ve seni rahat bırakacağım…
Ağlaştık…
Vedalaştık…
Onu babasının kollarında harika bir manzarayla Gülhane’de bıraktım… Vapura binip uzaklaştım…
Tuba Aydoğan